Şeyh Said Gerçeği Bölüm-6: İstiklal Mahkemeleri

By | April 8, 2010

İSTİKLAL MAHKEMELERİ

İsyancıları yargılamak üzere kurulan İstiklal Mahkemeleri, korkunun kılıcı gibi işliyordu. İcraatından anlaşıldığı kadarıyla mahkemeler, yalnız kendilerini meydana getiren güce karşı sorumluydu. “Gücü” memnun etmek koşuluyla, kendi işleyiş kurallarını kendileri belirliyorlardı.

Bu mahkemelerin hukuk bilmeyen, ama saldığı korkuyla ünlenen “yargıç”larından Kılıç Ali, anılarında, “mahkemeler kurulurken, terör mahkemeleri adını vermeyi düşündük. Fakat sonra İstiklal Mahkemeleri ismi uygun bulundu.” diye yazıyordu.

Mahkemelerin kuruluş amacı, “Türk adaletinin şaşmazlığını”  ve çelik yumruğunu kanıtlamaktı.

O nedenle, “isyan” gerekçesiyle yaratılıp sistemin tüm muhaliflerine gözdağı verecek biçimde, mahkemeler ağı meydana getirilmişti. Şehirlerde, ana gövdesi varsa, kasabalarda da mahkemelerin kolları iş başındaydı.

İstiklal Mahkemeleri’nin hüküm sürüp, aralıksız “karar ürettiği” dönemin Fransız elçisi, Paris’e gönderdiği bir raporunda, sabahları uyandığında, Ankara’nın bitpazarı meydanında salkım salkım asılmış insan manzaralarıyla karşılaşıldığını belirtiyordu.

Fransız ihtilalinden sonra başlatılan “terör dönemi”nden esinlenme ve onun bir tekrarıydı. TC’de yürürlüğe konan korku rejimi. Lord Kinross’un Atatürk kitabında vurguladığı gibi basın, korku düzenini, faşizmin temel ilkeleri “kanun”, “düzen”,”birlik” ve “hepsinden önemlisi kuvvet”le açıklıyordu.

Lord Kinross, rejimin gösterilerini şöyle anlatıyordu:

Gösteriler tüyler ürperdiği nitelikteydi. Ankara’nın belli başlı meydanında, hala otel yerini tutan (daha sonra adı itfaiye Meydanı olan Hergele Meydanı) yıkık dökük handa kalan Bulgar elçisi Simon Radev bir gece, gürültüyle uyanmıştı. Pencereden bakınca meydanın üç tarafının darağaçlarıyla çevrilmiş olduğunu gördü. Hepsi on bir taneydi. Fenerlerin ve ağarmaya başlayan günün ışığında asılmış birçok adam görüyordu. Henüz sırası gelmeyenler ise suçsuz olduklarını söyleyerek ağlaşıyorlardı. Bu sırada askerler öteye beriye koşuşuyor, subaylar yüksek sesle emirler veriyordu.”

Her yerde idam…
Her meydanda ölüm …
Her agaçta bir şehid….

Ankara, kayıtlara, istatistiklere geçmeyen idam edilmişler manzarasıyla “insan mezbahasına” çevrilmişti.

Kinross’a göre, Amerikan elçiliği kâtiplerinden Howland Shaw da, sabahın erken saatlerindeki bir Ankara manzarasını şöyle anlatıyor:

“Sehpalarda sallananların her birinin üstünde, beyaz gömlek gibi bir şey ve buna iğnelenmiş bir kâğıt vardı. Kâğıda adları ve suçlarının ne olduğu karalanmıştı. Her sehpanın altında bir seyirci grubu duruyor; bazıları, sanırım daha yakından görmek niyetiyle, komşu evlerin merdiven basamaklarında bekleşiyorlardı. Çocuklar sehpaların çevrelerinde oynaşıyor ve hiç kimse pek üzüntülü görünmüyordu. Bunun, herhangi bir manzaradan farkı yoktu.”

İstiklal Mahkemeleri’nin, bölgesel merkezlerin dışında, il ve ilçelerde şubeleri, kolları vardı. “Şark İstiklal Mahkemesi’nin ana “karargâhıDiyarbakır’daydı. Ama öteki illere, ilçelere dağılmış kolları da idam kararları üretiyor, insan asıyordu.

Cizre’de idamların yapıldığı resmi kayıtlarda yok. Oysa o dönemin tanığı Cizreli bir ihtiyar şöyle diyordu:

“Sabahları uyandığımızda, meydanın asılmış insanlarla dolu olduğunu görüyorduk. Onlar için bir şey yapamıyorduk. Dua etmekten başka…”

Ankara’daki İstiklal Mahkemesi, Türk Ocağı salonunda toplanıp kararlarını üretiyordu. Mahkemenin toplanmadığı zamanlar, salon “yüksek Türk kültürünü” yaymak için kullanıyordu. Türk büyükleri yan yana sıralanarak konser, toplantı ve özenle hazırlanmış gösterileri izliyorlardı.

Kinross anlatıyor:

“Mahkeme yargıçları saygıdeğer kişilerdi. Yargı için ülkenin başka yerlerine gittikleri zaman, istasyonda devlet töreniyle uğurlanıyorlardı. Onların çabaları sonucu, TC kuruluşundan bir buçuk yıl sonra, bütün siyasi muhaliflerini susturmuş olmakla övünecek durumdaydı.”

İstiklal Mahkemeleri’nin “adaleti” değişkendi. Hukuk geçerli olmadığı için, bir idam kararı, emirle “yok” sayılabiliyordu.

Muhsin Örtülü adındaki bir teğmen, birliğiyle birlikte Ankara’ya “intikal” emrini alıyor ve yola çıkıyordu. Fakat Boğazlayan’da, haydutlarca yolu kesiliyor, çatışma çıkıyor, bazı askerler ölüyordu. Geride kalan askerlerle Ankara’ya varan Örtülü, İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanıyor, askerlerini ölümden koruyamadığı gerekçesiyle suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılıyordu. Genç teğmen, idam gününü beklemek üzere Ankara kalesindeki hapishaneye kapatılıyordu.

Oğlu, gazeteci Erdoğan Örtülü, sonrasını anlatıyor:

“Babam idam gününü beklerken, bir gün dönemin Adalet Bakanı hapishaneyi geziyor. Babama suçunun ne olduğunu soruyor. Bakan, babamı dinledikten sonra, ‘böyle saçma şey olmaz’ diyor. Babamı hapishaneden çıkarıyorlar. Rütbesini, üniformasını geri veriyorlar. Atatürk’e muhafız yapıyorlar.”

Necip Fazıl Kısakürek, “Kürt Feryadı” adındaki yazısında, İstiklal Mahkemeleri’nin dehşetini, “Beraber mahkûm olmuşsa, önce oğlu idam edip babaya seyrettiriyor, sonra babayı asıyorlardı” diye anlatıyordu.

Diyarbakır’daki “Şark İstiklal Mahkemesi”, 12 Nisan 1925 tarihinde iş başı yapmış, ilk icraatı, Seid Abdülkadir, oğlu ve arkadaşlarını astırmak olmuştu.

Mahkeme başkanı Mazhar Müfit Kansu, eski vali ve Atatürk tarafından atanmış Denizli milletvekiliydi. Üye Lütfi Müfit Özdeş, eski asker ve Kırşehir milletvekiliydi. Özdeş 1940 yılında öldü.

Kürtçe bildiği için mi mahkeme heyetine dahil edilmişti bilinmez, Ali Saib Ursavaş, Revanduzlu bir Kürt’tü. Ama sanıklara karşı acımasızlıkta en ateşlilerdendi.

Ali Saib, “maaşından biriktirdiği paralarla” zengin olmuş, Adana ovasında bir çiftlik satın almıştı. Zamanın çoğunu burada geçiriyordu. 1930’larda, Suriye’den gelen bir tanıdığı, daha sonra Atatürk’e suikast hazırlamakla suçlanınca, o da kendini entrikanın ortasında buldu ve soruşturmaya uğrayıp yargılandı. Atatürk’le görüşüp hizmetlerini anlatıp, bağlılığını inandırıcı biçimde gösterince affedildi, fakat sayılı arabanın bulunduğu o dönemde tenhacık bir caddede trafik “ kazası”nda can verdi.

Kurulun hukuk fakültesi mezunu tek üyesi olan Savcı Ahmet Süreyya Örgeevren Büyük Ada’da köşk satın alacak kadar zenginleşmişti. Zenginliği nedeniyle daha sonra yolsuzlukla suçlandı. Ama edindiği servetin üstündü, uzun bir ömür sürdükten sonra 1969 yılında öldü.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *